Gerçeğin bizi kendimize yeniden çağırmak gibi bir huyu vardır. Ancak çok azımız bu çağrıyı duyarız. Başkalarının bizim adımıza geleceğimizi tayin ettiği bir hikâyenin içindeki kayboluşlarımız ise, bizim bilinçli ya da bilinçsiz seçimlerimize göre şekil alır.
Bu anlamda aslında hepimizin hayatı ya bir meydan okumaya ya da sürüklendiğimiz, içi bomboş ancak dışı rengârenkmiş gibi görünen bir şekle bürünür. Dolayısıyla hayat cesurlara kucak açar.
Bu sadece benim hikâyem değil, aslında hepimizin hikâyesi.
Biz hepimiz, ortak insanlık çatısı altında; baş etmekte zorlandığımız duygularımız, endişelerimiz, kaygılarımız, sevinçlerimiz, umutlarımız, hayallerimiz, gerçekleşmesine niyet ettiğimiz düşlerimiz, kararlarımız, kararsızlıklarımız, samimiyete olan ihtiyacımız, doğal olana hayranlığımız, heyecanlarımız, aşklarımız, tutkularımız, bağımlılıklarımız, rekabetçiliğimiz, ilgiye olan bağımız ve daha birçok konuda birleşiriz.
Bizi birbirimize bu kadar bağlayan ortak noktalarımıza rağmen, yaşamın içinde nasıl oluyor da bu “sen-ben” davasında, bu “benlik” davasında yok oluyoruz?
Nasıl oluyor da birbirimizi sevmek yerine nefretle birbirimize bağımlı hâle geliyoruz?
Ve en önemlisi, nasıl oluyor da kendimizi terk ediyor ve sonsuza kadar birbirini tekrar eden aynılıkları yaşamak zannediyoruz?
Bu kadar aciz, bu kadar güçsüz, umutsuz ve geleceğimize dair bu kadar inançsız olmamıza rağmen; yaşadığımızı söylüyor, inançlı olduğumuza inanıyoruz. Hep bir hayret duygusuyla yıllarca bunları gözlemledim. Ve orada başka birini hiç görmedim.
Çünkü sanki önceden yazılmış bir "Ata Kitabı"nın maddeleri yaşanıyordu:
Doğuyor, büyüyor, okula gidiyor, eğitimini tamamlıyor, kariyer-iş, evlilik, ev, araba, çocuk, çocuklarını büyüt, okut, evlendir...
Ve işte en sonunda “torunlarımı da bir görsem bana yeter.”
Sonrasında “artık yaşamın tadını çıkaracağım” üzerine yazılmış ve ne zaman, kim tarafından yazıldığı bile unutulmuş bu kitabın maddelerini tek tek aynı sırayla uygulamak için karbon kopyalara dönüştüğümüzü görmek…
Bu durum, “bir şey yapmalıyım” düşüncesiyle önce kendimi güçlendirme fikrine dönüştü.
Sonra kendime sımsıkı sarılmaya...
Kendime sarılışıma, yarım kalmış eğitim hayatıma geri dönerek başladım. Hem çalıştım hem de okudum.
Hemen ardından, yaklaşık 17 yıl önce bu sistemin içinde kendim gibi var olabilmek, kendimi – özümü – yaşayabilmek amacıyla;
– Beş yıl bir psikologdan psikoloji eğitimi,
– Sonrasında bir fizikçiden kuantum fizik, meditasyon ve nefes eğitimleri almaya başladım. Hâlâ devam ediyorum.
Ve yine aynı dönemlerde, bir nöroloji uzmanından:
Beyin-zihin konsepti, kaygılı beyin susar mı, özdeğer, öz güven, öz şefkat, psikolojik esneklik, toksik ilişkiler – toksik beyin, kendimle diyaloglar, genişleyen zihniyet ve aydınlanma ile nörofelsefe ve nöropsikoterapi eğitimlerimden sonra Boğaziçi üniversitesi yaşam boyu eiğim merkezi yeni kişisel dönüşüm danışmanlığı eğitimi ile birlikte danışman ve eğitmen kimliğimi işe dönüştürmeye karar verdim.
Kendi üzerimde uyguladığım ve dönüşümünü bizzat deneyimlediğim bu sürecin bana kattığı netlik şu oldu:
Nedenlerin yerine “nasılları” getirmenin faydası daha derin.
Artık kendime katıp kazandırdığım tüm bu içsel zenginlikleri paylaşmak istiyorum.
– Aşk ve ilişki odaklı yaşayıp kendini unutmuş,
– Kendine haksızlık eden,
– Kendini terk ettiğini fark edip tekrar kendisine dönmenin yolunu arayan,
– Gelecek kaygısı ve geçmişin pişmanlığı içinde yaşam sevincini unutan,
– Geçmişe dayalı zihinsel hafıza kayıtlarının ölü tekrarlarından sıkılmış,
– “Neden?” fetişizminden “Nasıl çözerim?” sorusuna geçmek isteyen,
– “Nasıl kendime iyi gelebilirim?”,
– “Nasıl yeni bir bilinç inşa ederim?”,
– “Nasıl daha üst bir versiyon olan farkındalıklı beyin bölgemi geliştiririm?” diye merak edenlere
YOL ARKADAŞLIĞI yapmak istiyorum.
Çünkü senaryonu yazdıran zihnini değiştirdiğinde, senin de hikâyen değişir.
Bu konuya henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...